Manhattan’daki The Grill’de öğle yemeği telaşı tam da zirvedeyken kasadan para kaybolduğu anlaşılır. Kayıtsız aşçıların hepsi zan altındayken Pedro baş şüphelidir. Hayalperest ve haşarı Pedro, Amerikalı garson Julia’ya aşıktır. Mekânın sahibi Rashid, Pedro’ya “yasal olabilmesi” için evraklarında yardımcı olacağına söz vermiştir. Ancak Julia hakkında ortaya çıkanlar herkesi şoke edecek, Pedro da bunun üzerine kentin bu en işlek mutfağının ocağını sonsuza dek söndürecektir. Arnold Wesker’ın aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanan “yemek pornosu karşıtı” Mutfak, lokantaların işlemesini ve midelerimizin dolmasını sağlayan o görünmeyen insanlara trajikomik bir övgü niteliğinde. Prömiyeri Berlin Film Festivali’nde yapılan Mutfak, Gueros ve Museo / Müze’nin yanı sıra Narcos: Mexico dizisini de yöneten Alonzo Ruizpalacios’un son filmi.
Ünlü bir akademisyen olan Berna Tuna’nın ölümü, kocası Macit için geçmişteki hatalarıyla yüzleşmek ve yıllardır ihmal ettiği kızı İpek ile ilişkisini pekiştirmek için bir fırsattır. Oğlu Alp ile eşinin asistanı Feyza’nın Berna’nın mirasına olan bağlılığı bu yeniden başlangıç ümidini bir sınava dönüştürecektir.
Salih ve Ayşe, altı yaşındaki hiç konuşmayan oğulları Emre ile İstanbul’un kentsel dönüşüme girmek üzere olan bir semtinde yaşamaktadır. Salih’in beyaz yakalı hayatı, işten çıkarılması ile sekteye uğramıştır. Ayşe ise telefonla sigorta satışı işinde evden çalışma sistemine geçirilmiştir. Bir yandan da oturdukları evin kirasını karşılayamadıkları için bütçelerine uygun ev aramaktadırlar. Motosikletleriyle yolcu taşıyabilecekleri yeni bir iş modeli olduğunu öğrenince sisteme Salih’in adına kayıt olurlar. Biraz daha ek gelir elde edebilmek için Ayşe de kapalı bir kaskın altına gizlenerek ve hiç konuşmayarak kimliğini saklayıp eşiyle dönüşümlü çalışmaya başlar. Rosinante adını verdikleri motosikletleriyle yolcu taşırken bilmedikleri bambaşka bir İstanbul’la karşılaşırlar. Ta ki Rosinante çalınana dek.
Maria Schneider’in trajik kariyerini #MeToo ışığında yeniden gözler önüne seriyor. Bertolucci’nin, Paris’te Son Tango filminde ve sonrasında Maria Schneider’in yaşadıklarını anlatan filmde başrollerde Anamaria Vartolomei ve Matt Dillon bulunuyor.
David Lynch’in efsanevi dizisinin bir ön filmi olan İKİZ TEPELER, FBI ajanı Chet Desmond’un Teresa Banks cinayetine dair gizemli bir ipucu bulması ve ortadan kaybolmasıyla başlıyor. Ardından bir yıl sonra, İkiz Tepeler’e yakın bir kasabada yaşayan genç Laura Palmer’ın hayatının son bir haftasında yaşanan olaylar başlıyor. Palmer’ın iki sevgilisi, uyuşturucu bağımlılığı, zor bir adam olan babası, kısaca hayat hikayesi, ardından dizide yaşanacak pek çok olaya etki ediyor.
İzlandalı auteur Rúnar Rúnarsson’un son filmi, Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünün açılış filmi olarak gösterildi. Kendi başına gelmiş bir olaydan esinlenen Rúnarsson, İzlanda’nın görkemli doğa manzaralarını fon alarak bir kez daha genç bir bireyin duygusal yolculuğuna eşlik ediyor. Derin bir yasa boğulan Una, bir yandan duygularını tam ifade edemiyor, bir yandan da sakladığı sırla boğuşuyor. İzlanda’ya özgü uzun yaz günü boyunca Una aşk, dostluk, keder ve güzelliği yaşıyor. İki Kuş, Volkan, Yankılar gibi ergenlik ve büyüme öyküleriyle tanıdığımız Rúnarsson, “Bu film, çelişkili duyguların arasının sıkışık olduğu, gülmenin ağlamaya dönüştüğü, güzelliğin kederle bir anda var olduğu kısacık bir zaman diliminde geçiyor” diyor.
1978 yılında, sol devrimin şiddetle değil siyasetle gerçekleşeceğine inanan beş solcu genç bir evde toplanarak çıkardıkları dergiyi tartışmaya başlar. O gece yaşanacak olanlar, 1980 darbesi öncesinde Türkiye’de var olan siyasi kaosu gözler önüne serer.
Emir Kusturica’nın bu kült filmi bir yeraltı silah üreticisinin hikayesine odaklanıyor: Belgrad’da Marko’nun hedeflediği ortam fazlasıyla sağlanmıştır. Marko, arkadaşı Blacky ve yoldaşlarını yeraltında bulunan bir mahzene yerleştirir. Orada silah üreteceklerdir. Marko’nun fikrine göre, savaş sona erip de dışarı çıktıklarında yeryüzünde bir cennet karşılayacaktır herkesi. Zaman geçip de barış ilan edildiğinde ise yer üstünde çok şey değişir. Ama yeraltında her şey aynı şekilde devam eder.
1962 yılı, Hong Kong. Gazeteci Chow Mo-Wan karısıyla beraber yeni bir apartmana taşınır. Aynı zamanda güzel bir sekreter olan Su Li-zhen de kocasıyla beraber yan daireye taşınmıştır. Eşleri sık sık seyahat eden Chow ve Li-zhen zamanlarının çoğunu birlikte geçirmeye başlar ve birçok ortak noktaları olduğunu fark eder. Eşleri tarafından aldatıldıklarını öğrendiklerinde ise, birbirlerinin dostluklarında avunmaya çalışan ikili, aralarındaki ilişkiyi yeniden keşfedecektir.
Bir gece, kalabalık Paris metrosunda bir adam ve bir kadın trene binerken tesadüf eseri karşılaşır. Hararetli bir şekilde tartışırken, çevredeki yolcuların bakışları altında, aralarındaki kıvılcım karşılıklı bir arzuya dönüşür ve ikili geceyi birlikte, yarın yokmuş gibi geçirmeye karar verir. İki yabancı, yıldızlarla dolu gökyüzünün altında, bir partiden diğerine geçerken vedalarını erteleyerek gezinirler. Gün doğduğunda tekrar birer yabancı olacaklardır.
Aniden geliveren mutluluk taptaze, ışıltılı bir ikinci bahar getirebilir, üstelik bunun yaşla hiç ilgisi yoktur. Yetmiş yaşındaki Mahin, kocası öldüğünden, kızı da Avrupa’ya gittiğinden beri Tahran’da tek başına yaşamaktadır. Bir öğleden sonra çay içmeye çıkınca yalnızlık rutini kırılır ve aşk hayatı yeniden canlanır. Bu film, Beyaz İneğin Türküsü’nün ardından Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha’nın birlikte yönettikleri ikinci uzun metrajlı film. En Sevdiğim Pastam, prömiyerini Şubat ayında Altın Ayı için yarıştığı Berlin Film Festivali’nde yaptı ancak yönetmenler seyahat yasağı ve cezai suçlamalar nedeniyle festivale katılamadılar. Aynı anda hem trajik hem iç açıcı hem de komik olabilen film, The Guardian’a göre “harika bir biçimde tatlı ve komik,” The Hollywood Reporter’a göreyse“hayattan leziz bir dilim.”
Mesleğinde bir ömre yetecek kadar şiddete tanık olan Joe, geride kalan hayatını, seks ticareti için kaçırılan kızları kurtararak kazanmaya başlamıştır. New York senatörünün kızını kurtarması için kiralandığı zaman ise bir komplo ağının içine sürüklenir. Joe kısa sürede, kendisini ölü görmek isteyen düşmanlarıyla savaşmak zorunda olduğunu kavrayacaktır…
Kazandığı bir bursla yurt dışına gidecek olan Eda ve erkek arkadaşı Sarp, yaşayacakları ayrılık öncesi bir Airbnb evi tutarlar. Eve girdiklerinde, intihar girişiminde bulunmuş Can ile karşılaşır ve hasbelkader onun hayatını kurtarırlar. Aslında kurtarmaları gereken daha önemli bir şey vardır: ilişkileri. İyileşmiş görünen Can, çantasını unuttuğu için eve gelir ancak evi bir türlü terk edemez. Bu ülkeden gitmek ile bu ülkede kalmak, hayallerine ulaşmak ile intihar etmek, modern olmak ile geleneksel olmak arasında gidip gelen gençlerin sıkışmışlığını, üç kişi arasındaki gerilimli bir gece üzerinden işleyen “8×8”, akılda kalıcı diyaloglarıyla bir çiçek dürbününden ülkemize bir bakış atıyor.
Amelie özel ve genç bir kadın. Yalnızlığına rağmen kaybetmediği neşesi ve kocaman gözleriyle hayatın içindeki küçük mutlulukları görebilen bir süper kahraman. Kendi mutluluğunu çevresine yaymaya çalışırken bulduğu bir kutuyla hayatı değişen Amelie, kutunun sahibine ulaşmaya çalışırken hem hayatının amacını hem de ilk gerçek aşkını bulur.
Yaşayan en önemli oyuncular arasında gösterilen Cate Blanchett’i 13 farklı rolde izlediğimiz Manifesto, oyuncunun kariyerinde yepyeni bir zirve oluşturan bir film. 21. yüzyılda sanat tarihine yön vermiş Pop Art, Fütürizm, Dadaizm, Dogma 95, Pop Art, Minimalizm gibi tüm dünyada kabul görmüş manifestolar, Cate Blanchett’in canlandırdığı karakterlerde vücut buluyor. 2 Oscar’lı yıldızı, birbirinden farklı aksanlarda bir haber spikerinden bir fabrika işçisine, bir borsacıdan bir öğretmene, evsiz bir adamdan bir kuklacıya kadar uzanan 13 farklı karakterde izlemek başlı başına unutulmaz bir deneyim. Medya ve siyasetin hoşgörü, saygı gibi değerlerin altını kazıdığı bir dönemde, Julian Rosefeldt ve Cate Blanchett’in beraber geliştirdiği bu proje günümüz toplumu için bir çığlık niteliğinde. Dünya prömiyerini bu yıl Sundance’te yapan ve yönetmenlik koltuğunda Julian Rosefeldt’in oturduğu Manifesto, 36. İstanbul Film Festivali’nde en çok izlenen film oldu.
Tanınmış oyuncu Viggo Mortensen’in yazıp yönettiği ikinci film olan “THE DEAD DON’T HURT,” Mortensen’in ve Cannes Film Festivali En İyi Performans Ödülü Sahibi Vicky Krieps’in, yozlaşmış bir California kasabasında hayat kurmaya çalışan göçmenleri canlandırdığı zarif bir feminist western.
1860’larda, Kanadalı Fransız Vivienne Le Coudy, San Francisco’dan Kuzey Amerika’ya göç eden Danimarkalı Holger Olsen’a aşık olur, ancak İç Savaş sebebiyle birbirlerinden ayrı düşerler.
Ufak çaplı bir hırsız araba çalar ve motosikletli bir polisi öldürür. Yetkililer tarafından aranan hırsız, bilgili bir Amerikalı gazetecilik öğrencisi ile bir araya gelir ve kendisiyle beraber İtalya’ya kaçması için ikna etmeye çalışır.
Kabakçık, 9 yaşındaki bir oğlan için ilginç bir takma ad olabilir, ama onun kendine has hikayesi aslında şaşırtıcı derecede evrensel. Annesinin ani ölümünden sonra Kabakçık, yardımsever bir polis memuru olan Raymond tarafından kendisiyle aynı yaşlardaki çocukların olduğu bir yetimhaneye bırakılır. Kabakçık önceleri bu garip ve zaman zaman düşmanca olan yeni mekanda kendine bir yer bulmakta zorlanır ancak Raymond’ın yardımı ve yeni bulduğu arkadaşları sayesinde, zamanla güvenmeyi, gerçek sevgiyi ve kendine ait yeni bir aile bulmayı başaracaktır.
İsviçre’nin En İyi Yabancı Film adayı olan Ma Vie de Courgette/ Kabakçığın Hayatı, Başka Sinema’nın İstanbul Modern’le gerçekleştirdiği Oscar’ın Yabancıları seçkisinin de bir parçası.
Oscar ödülü dahil 40’ın üzerinde ödül kazanan ve 21. yüzyılın en önemli filmlerinden biri olarak gösterilen CITIZENFOUR bir belgeselden ziyade gerçek hayattan fırlayan bir gerilim filmi. Belgeselci ve gazeteci Laura Poitras ve gazeteci Glenn Greenwald, “CITIZENFOUR” takma adını kullanan Edward Snowden’la Hong Kong’da buluşuyor. Üst düzey CIA analizcisi Snowden, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın özel hayatın gizliliğini hukuk dışı yollarla ihlal ettiğini kanıtlayan gizli belgeleri kameralar önünde gazetecilere teslim ediyor. Poitras ve Greenwald, Snowden’ın tarihi kararıyla hayatını sonsuza dek değiştirecek bu fedakârca eylemini gözlemliyor. Bu filmi izledikten sonra telefonunuz, e-postanız, kredi kartınızla ilgili düşünceleriniz, hatta dünya görüşünüz bir hayli değişecek.
1950’lerde Romalı genç bir kadın nişanlanmak üzeredir. Bir oyuncu seçmesine katılmak üzere Cinecittà’ya gider ve sonunda kendisini keşfedeceği uzun bir gece yaşar.
Bir mobilya mağazasında Anne yeşil bir kanepeye oturup, kalkmayı reddederken yıllardır görüşmeyen üç çocuğundan bu davranışının sebebini anlamalarını bekler. Mağaza yöneticilerinin yardımıyla kardeşler, hayatlarını değiştirecek aile gerçeklerini ortaya çıkaran akıl almaz bir yolculuğa çıkarlar.
Andrew Scott (Fleabag), Çehov’un Vanya Dayı’sının Simon Stephens (The Curious Incident of the Dog in the Night-Time) tarafından uyarlanmış bu radikal yeni versiyonunda, birden çok karakteri canlandırıyor.
İnsan duygularının karmaşıklığını ele alan bu tek kişilik adaptasyonda umutlar, düşler ve pişmanlıklar mercek altına alınıyor.
Cesur, İranlı bir kadın olan Şeyda, 6 yaşındaki kızıyla birlikte Avustralya’ya iltica eder ve kadın sığınma evine yerleşir. Fars yeni yılı kutlamalarında, Nevruz geleneklerinde ve yeni başlangıçlarda teselli bulan Şeyda’nın özgürlüğüne giden yoldaki tek engel, birdenbire tekrar hayatlarına dahil olan eski kocasıdır.
Mathilda, New York’ta yaşayan ailesi dağılmış 12 yaşında küçük bir kızdır. Ailesini sevmeyen Mathilda için en değerli varlığı küçük kardeşidir. Babası uyuşturucu işlerine bulaşınca mafya ailenin tüm bireylerini öldürür. O sırada alışverişte olan Mathilda ise olaydan kılpayı kurtulur ve Leon’un kaldığı daireye saklanır. Leon ise çok soğukkanlı bir katildir. Ancak Mathilda’ya karşı içten bir sevgi besler ve ona kol kanat gerer. Aslında babalık, arkadaşlık gibi kavramlar ona çok yabancıdır.
Hızır uzun süredir yoğun bakımda olan karısı Halime’yi kaybeder. Kızı Hatice, annesinin hastalığı boyunca özverili bir şekilde yardımını esirgemeyen hastabakıcı Evren’in, annesinin ölümüne sebep olduğunu öğrenir. Hatice eve gelen babasına öğrendiği gerçeği hissettirmeden ilgiyle davranmaya çalışır ancak bir süre sonra bu sırrı içinde daha fazla taşıyamayıp kız kardeşi Kader ile paylaşır. Hatice, Evren’in itirafını babalarına söylemeleri gerektiğini düşünürken Kader, polise gitmeli ve tüm bildiklerimizi anlatmalıyız, der. Kader’in ablasına olan baskısı Hatice’de bir varoluş problemi yaratır ve Evren’in itirafının ağırlığı altında ezilmeye başlar. Ailece yenilen bir akşam yemeğinde her aile ferdi bu durumla yüzleşmek zorunda kalır.
Fatih Akın’ın İstanbul’u İstanbul yapan sayısız sese kulak verdiği İSTANBUL HATIRASI: KÖPRÜYÜ GEÇMEK, Avrupa ile Asya arasında köprü kurarak Doğu ve Batı’yı buluştururken, çokkültürlü bir kentin benzersiz bir fotoğrafını çekiyor. Alman müzisyen Alexander Hacke‘nin İstanbul’a gelişiyle başlayan belgeselde Hacke, akla gelebilecek her yerde profesyonel müzik kaydı yapmayı sağlayan, ‘sokak kaydı’ adını verdiği bir yöntemle İstanbul’un müzik çeşitliliğini kaydediyor. Böylece yerel müzik türlerini modern elektronik müzikten rock’a, hip hop’a, arabeske ve klasik Türk müziğine uzanan geniş bir yelpazede sunma olanağı buluyor. Film, Baba Zula, Ceza, Duman, Mercan Dede, Aynur Doğan, Müzeyyen Senar, Orhan Gencebay, Sezen Aksu, Selim Sesler, Brenna MacCrimmon ve Ayben gibi ünlü müzisyenlere ve unutulmaz performanslara yer veriyor.
90’lı yaşlarındaki Faruk’un İstanbul’da yaşadığı apartman yıkılmak üzeredir, ve Faruk, yönetmen kızının bu konuda çektiği filmin ana karakteri olur. Bir yandan da yıllardır yaşadığı binanın yıkım sürecini geciktirmeyi umarak apartman toplantılarına katılmaya devam eder.
Yavaş yavaş gerçekle kurgu arasındaki çizgi bulanıklaşır ve ikisi birbirine girmeye başlar. Gerçek mekanlarda çekilen ve gerçek karakterler ve olaylara dayanan Aslı Özge’nin yeni filmi; İstanbul gibi hareketli bir şehirde yaşayan yaşlı bir adamın hayatına benzersiz ve samimi bir bakış sunuyor, sadece mutenalaştırmanın etkilerini değil, bir baba-kız ilişkisinin karmaşıklığını da ele alıyor.
Levan Akın’ın büyük beğeni toplayan Ve Sonra Dans Ettik’in ardından yönettiği ve büyük bölümü İstanbul’da geçen bu yeni filmi, kan bağı olan aileler ve seçilmiş aileler hakkında dokunaklı bir dram. Akın’ın “dayanışmaya övgüm ve İstanbul’a aşk mektubum” olarak tanımladığı Geçiş, uzun süredir kayıp olan yeğeni Tekla’yı bulmak için kendine bir söz veren emekli öğretmen Lia’yı takip ediyor. Birbirlerine ne kadar zıt olsalar da genç komşusuyla güçlerini birleştirip harekete geçen Lia’nın yolu sonsuz bağlantılar ve olasılıklarla dolu görünen güzel ve devasa İstanbul’a çıkar. Lia İstanbul’da trans hakları için mücadele eden avukat Evrim’le tanışır ve kendini hiç alışık olmadığı yakınlıklar ve topluluklar arasında bulur. Geçiş, Şubat ayında Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünün açılışını yaptı.
90’lı yılların sonu Türkiye’sinin siyasi kutuplaşma atmosferinde geçen “YURT”, 14 yaşındaki lise hazırlık öğrencisi Ahmet’in yaşadıklarına odaklanıyor. Yakın zamanda kendini İslam’a adamış babasının zoruyla, erkeklerin kaldığı bir dini yurda yerleştirilen Ahmet, alıştığı sıcak aile ortamından koparılmanın çaresizliğini yaşar. Bir yandan babasının beklentilerini karşılamanın ağırlığı altında ezilirken, bir yandan da okul ve yurt arasındaki ikili hayatında izolasyon ve baskılarla karşılaşır. Aidiyet duygusunu hepten yitiren Ahmet’in tek sığınağı ise, yurdun tecrübeli öğrencisi Hakan olur ve birlikte kuralları çiğnedikleri bu genç adamın yarattığı heyecan ve özgürlük onu ilk kez kendi seçimlerini yapacağı bir yola sürükler.
Cannes’da çok beğenilen ve çokça konuşulan, eleştirmenlerce “Birinci sınıf bir başyapıt… Bu yıl prömiyerini yapan en kusursuz eser.” sözleriyle övülen film 18. yüzyılda, bir ressamın modeliyle aşkını anlatıyor. Ressam Marianne’a, manastırdan henüz çıkan ve evlenmek üzere olan genç Héloïse’in portresi sipariş edilir. Ancak Marianne, bu portreyi Héloïse’dan habersiz çizmelidir. Bu kısıtlamanın önüne geçmek için Marianne, gönülsüz gelin adayı Héloïse’ı önce gözlemler sonra da onunla yakınlaşır. Yüzyıllar boyu gözardı edilen ve yapıtları unutulan kadın ressamlardan esinlenen yönetmen Céline Sciamma’yı yönettiği Tomboy ve senaryosunu yazdığı Kabakçığın Hayatı ile tanıyoruz.
*16 yaş ve üzeri izleyici kitlesi içindir. Cinsellik ve olumsuz örnek oluşturabilecek unsurlar içerir.
İngiltere’nin kuzeyinde, madenleri kapatılmış küçük bir kasabanın sakinleri için beklenmedik bir sabah olur. Geçim kaynakları sınırlı bu kasabaya mülteci ailelerin gelmesi bazılarını huzursuz eder. Başlarda zor olsa da zaman içinde aslında birbirlerinden farkları olmadığını gören iki taraf da birbirini kucaklayacaktır.
Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un The Lobster’dan sonra İngilizce çektiği ikinci filmi, izleyicisini her zamanki gibi tekinsiz, oyunbaz ve özenle tasarlanmış yeni bir lanetli Lanthimos evrenine davet ediyor. Kutsal Geyiğin Ölümü başarılı bir cerrah ve babasının boşluğunu onunla doldurmaya çabalayan bir ergen etrafında dönüyor. Tuhaf ikili, aileleriyle tanıştığında işler daha da tuhaflaşıyor ve muzip bir tür Alacakaranlık Kuşağı hikâyesi ortaya çıkıyor. Lanthimos bedensel şiddetten doğan mizahı da her daim olduğu gibi filmine tatminkar miktarda eklemeye devam ediyor. Aileye, suçluluk duygusuna ve sınıfa dair, etkisinden kurtulması çok zor bir soğuk duş bu film.
Arkadaşlığın önemi ve kırılganlığını vurgulayan, aynı zamanda New York’a bir aşk mektubu olan film açılışını 2023 Cannes Film Festivali’nde yaptıktan sonra 2024 Oscar Ödülleri’nde En İyi Animasyon Filmi adaylarından biri oldu.
Dog Manhattan’da yaşamaktadır ve yalnızlıktan bıkmıştır, bir gün kendine Robot bir arkadaş yapmaya karar verir. 80’ler New York’unda, dönem müziklerinin ritimleri eşliğinde Dog ve Robot şehrin keyfini çıkarır. Bir yaz gecesi Dog, Robot’u sahilde terk etmek zorunda kalır. Bir daha karşılaşabilecekler midir?
Vincent ölmeli, ama neden? Gayet özelliksiz, sıradan biri Vincent ama ortada bir neden olmamasına rağmen postacıdan çocuklara, tanıdık tanımadık herkes Vincent’ı bir şekilde öldürmeye çalışıyor. Bugüne kadar hiç dikkat çekmeyen Vincent’ın hayatı bu beklenmedik şiddet sarmalında alt üst oluyor ve Vincent bir bıçak sırtında sürekli herkesten kaçmak zorunda kalıyor. Fransız yeni dalga korku sinemasına göz kırparken paranoya filmi, aksiyon, komedi ve dedektif türleri arasında bir denge kurmayı başaran bu heyecan dolu film, ilk gösterimini Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünde yaptı. “Kıyamet öncesi” olarak tanımladığı bu ilk filminde George A. Romero, Luis Buñuel ve özellikle de John Carpenter’dan esinlenen yönetmen Stéphan Castang, psikolojik ve toplumsal şiddetin içindeki ironiyi başarıyla su yüzüne çıkarıyor.
En İyi Film ve Yönetmen dahil 6 dalda Oscar adayı olan, En İyi Erkek Oyuncu ve Özgün Senaryo Oscar ödüllerini kazanan “YAŞAMIN KIYISINDA / MANCHESTER BY THE SEA”, Amerika’da bir sahil kasabasında yaşayan Chandler ailesinin duygu yüklü hikayesine odaklanıyor. Lee (Casey Affleck), apartman görevlisi olarak çalışan yalnız bir adamdır. Ağabeyinin ani ölümü üzerine, 16 yaşındaki yeğeni Patrick’in vasisi olma görevini üstlenir. Lee yeğeniyle beraber zor günlerin yaralarını sarmaya çabalarken, eski karısı Randi (Michelle Williams) ile yollarının ayrılmasına ve mutlu aile tablosunun ellerinden kayıp gitmesine neden olan trajik geçmişiyle de hesaplaşmak zorunda kalacaktır. Yönetmenliğini “Gangs of New York” ve “Analyze This” gibi unutulmaz filmlerin senaristi Kenneth Lonergan’ın yaptığı filmin yapımcılık koltuğunda ise Matt Damon yer alıyor.
Yunan Yeni Dalgası’nın öncü ismi Yorgos Lanthimos’un adını dünyaya duyurduğu KÖPEK DİŞİ (DOGTOOTH)’ta Yunan bir çift, üç çocuklarıyla birlikte bilinmedik şehir dışı bir evde hayatını sürdürmektedir. Çocuklar, tüm eğitimlerini evde alırken, dış dünya ile hiçbir şekilde temas kuramazlar. Babalarının hayatları boyunca tekrar ettiği gibi, çocukların dışarı güvenle çıkabilmelerinin tek şartı “köpek dişlerinin” düşmesidir.
KÖYLÜLER, bir köylü kızı olan Jagna’nın oğlu Antek’e olan sevgisine rağmen kendisinden çok daha yaşlı ve varlıklı bir çiftçi olan Maciej ile evlenmeye zorlanmasının trajik hikayesidir. Zamanla Jagna, köylülerin kıskançlık ve nefret nesnesi haline gelir ve bağımsızlığını korumak için savaşmak zorunda kalır. 19. ve 20. Yüzyıl Polonya kırsalında geçen hikayenin dramatik kırılmaları, değişen mevsimlere, tarlalardaki ağır işlere ve geleneksel bayramlara bağlanıyor.
Ann, George ve oğulları Georgie kısa bir tatil için göl kenarındaki yazlık evlerine giderler. Vardıklarında komşuları Fred ve Eva’da bir gariplik sezerler. Ertesi sabah golf oynamak üzere sözleşirler. George ve Georgie yelkenli teknelerini tamir ederken Ann de yemek yapmaya koyulur. Bu sırada Eva’ların misafiri olarak tanıştıkları genç ve kibar görünümlü Peter, Ann’den yumurta istemeye gelir. Birden, Peter’ın içeriye nasıl girdiği konusunda şüpheye düşen Ann yumurtaları vermekte tereddüt yaşar ve bu, aile için gerilim dolu saatlerin başlangıcı olur.
Beklenmedik bir kayıpla sarsılan bir ailenin, bu kaybın ardından nasıl baş edeceklerini bilemedikleri yeni durumla karşı karşıya kalmaları, aile içindeki erk mücadelesi ve yetersizlik, kaçışlar, iletişimsizlik, suçluluk, bunun yarattığı öfke ve bunalım; aidiyet hissi ve bu hissin yoksunluğunun insanları sürüklediği uçlar üzerine bir film.
Köksüz, bir kaybın ardından yeniden aile olmayı başaramayan, gün geçtikçe kendini yok eden 4 karakterin kaybolma hikayesidir.
Dört yaşındaki oğluyla yaşayan Nesrin, bir yandan eski eşi Ömer’in baskıları ve bürokratik engellerle uğraşırken bir yandan da sevgilisi Selim ile olan birlikteliğinde kritik kararlar almanın eşiğindedir.
Gomorra, Dogman ve Pinocchio filmlerinin yönetmeni Matteo Garrone’ye Venedik’te En İyi Yönetmen dahil 12 ödül kazandıran yeni filmi, dünyayı görüp rap yıldızı olmayı hayal eden iki delikanlının Senegal’den Avrupa’ya gidiş çabalarını anlatıyor. Giriştikleri öyle zorlu bir yolculuk ki, tıpkı çağdaş bir Odisseia gibi amansız çölden Libya’daki işkence dolu ceza kamplarına, oradan da uçsuz bucaksız açık denize uzanıyor. Venedik’teki ödül töreninde Matteo Garrone mikrofonu hikâyenin esin kaynağı aktivist Kouassi Pli Adama Mamadou’ya verdi; Mamadou ödülü “ulaşamayanlara” adadı. İtalya’nın Oscar adayı olan filmin senaryosu, bu çileyi çekmiş göçmenlerle görüşerek oluşturuldu ve vardıktan sonra değil, yol boyu başlarına gelenleri onların bakış açısıyla yansıtıyor.
Strange Way of Life
Şerifi, silahlı kovboyları, tozlu çölü ve parlak renkleriyle Almodóvar usulü kuir bir western, gözalıcı bir kısa sürpriz… 1910 yılında geçen filmde bir adam çölü aşarak yirmi beş yıldır görmediği eski dostunu ziyaret eder. Geceyi birlikte geçirseler de ikisinin de asıl amacı farklıdır. Cannes’da özel bir gösterimde dünya prömiyerini yapan Strange Way of Life‘ın ortak yapımcılarından biri Saint Laurent ve renkli kostüm tasarımlarının esin kaynakları da James Stewart’tan Kirk Douglas’a erkek oyuncuların Hollywood filmlerinde giydikleri. Amalia Rodrigues’in filmle aynı adı taşıyan fadosundan esinlenen Almodóvar’ın yıldız oyuncu kadrosuyla da ayrıca parlayan yeni filminin çekimleri, Sergio Leone’nin meşhur spagetti western’lerini çektiği İspanya’daki Tabernas de Almería çölünde yapıldı.
The Human Voice
Pedro Almodovar’ın Venedik Film Festivali’nde ilk kez izleyici karşısına çıkan 30 dakikalık kısa filmi, yönetmenin her türlü alametifarikasını taşıyan küçük bir mücevher. Tilda Swinton’ın tek başına sürüklediği film, yönetmene özgü parlak renkler, aşk acısıyla bezeli, komedi ve tutkuyla dolu. Jean Cocteau’nun aynı adlı oyunundan uyarlanan İnsan Sesi, Swinton’ın canlandırdığı karakterin bir balta satın almasıyla başlıyor ve sonrasında tek bir mekânda aynı evde geçiyor. Swinton, henüz ayrıldığı sevgilisiyle telefonda konuşuyor ve bir yandan evdeki eşyaları karıştırırken duygudan duyguya geçiş yapıyor.
Bridget Jones yaşı, kilosu, romantik ilişkileri ve başka kusurlarıyla ilgili kendisiyle barışık olmayan ortalama bir insandır. Yeni yılda hayatını kontrol altına almaya karar verir ve bunun için sadece doğruları yazdığı bir günlük tutmaya başlar. Çekici ama bir o kadar da çapkın patronu Daniel, Bridget’a ilgi göstermeye başlar. Bridget da Daniel’dan hoşlansa da karakteri çok güven vermemektedir. Bununla birlikte, bir avukat olan Mark Darcy de Bridget’a açılır ve Bridget hem Daniel’ın hem de Darcy’nin gerçek yüzlerini görmeye başlar, hem de Darcy’ye olan gerçek hislerini keşfeder.
BBC’nin hit TV dizisi Fleabag’e ilham veren Phoebe Waller-Bridge’in yazıp canlandırdığı ödüllü oyun Fleabag 2019’da Londra West End’de sahnelenmesinin ardından National Theatre Live ile beyaz perdeye taşınıyor. Waller-Bridge’in tek kişilik gösterisi Fleabag, kendine özgü şekilde yaşayan bir kadının iç dünyasına bir bakış sunuyor. Fleabag seks takıntılı, filtresiz ve bencil görünebilir, ancak bu buzdağının sadece görünen kısmını oluşturuyor. Aile ve arkadaşlık ilişkilerinde yaşadığı sıkıntıların yanı sıra işlettiği kafeyi ayakta tutmaya çalışan Fleabag, bir anda kendini kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olarak bulacaktır.
Dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’nin sahibi olan bu “Hitchcockvari mahkeme filmi” bir evliliğin dinamiklerini mercek altına yatıran bir psikolojik gerilim. “Birinin özel hayatı başkasının cehennemidir” fikrinden yola çıkan Bir Düşüşün Anatomisi, Fransız Alpleri’nde bir kulübede kocası Samuel ve görme engelli oğluyla izole bir yaşam süren Alman yazar Sandra’yı izliyor. Samuel yüksekten düşerek ölür fakat soruşturma sonucunda ölüm nedeninin intihar mı kaza mı olduğu kesinleşmeyince Sandra cinayet suçlamasıyla tutuklanır. Samuel’in ölümünün sorgulandığı mahkeme süreci, çiftin çalkantılı ilişkilerinin de derinine inen rahatsız edici ve tatsız bir psikolojik yolculuğa dönüşür. Filmin senaryosu, daha önce Victoria ve Sibyl’de de işbirliği yapan yönetmen Justine Triet ile eşi Arthur Harari tarafından yazıldı.
Yılın en çok beklenen animasyon filmi, büyük usta Hayao Miyazaki’nin on yıl aradan sonra sinemaya muhteşem dönüşü… Toronto Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilen Çocuk ve Balıkçıl, İkinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor ve küçük Mahito’yu izliyor. Annesini kaybeden Mahito, alelacele babasının yanına taşraya taşınmak zorunda kalır. Burada terk edilmiş bir kulenin civarında oynar, gri bir balıkçıl kuşu sürekli karşısına çıkar. Kısa süre sonra hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını anlar. Büyümek ve yas tutmak hakkında derinlikli bu fantezi, Miyazaki’den beklediğimiz üzere muhteşem bir görsel dünya, olağanüstü renkler ve sürekli canlı tutulan gizemler içeriyor. Yedi yılda tamamlanan filmin tamamı 60 kişilik bir ekip tarafından elle çizildi.
İlker Çatak’ın Almanya’nın Oscar adayı olan bu son filmi dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde yaptı. Film, kendini işine adamış idealist bir öğretmen olan Carla Nowak’ın bir lisede ilk işine başlamasını konu alıyor. Okulda arka arkaya hırsızlıklar meydana geldiğinde Carla meseleyi kendi başına çözmeye karar verir ve bir gizli kamera yerleştirir. Ortaya çıkan gerçeklerle Carla öfkeli veliler, çokbilmiş meslektaşları ve saldırgan öğrenciler arasında kalır, katı eğitim sisteminin duvarlarına toslar. Umutsuzca doğru bir şeyler yapmaya çalıştıkça, genç öğretmen için her şey daha da kötüleşir. İlker Çatak’ın önceki filmleri Bir Zamanlar Kızılderili Ülkesinde, Söz Senettir ve İstanbul Bahçesi İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmişti.
Doğu Anadolu’nun ücra bir beldesinde zorunlu hizmetini yapmakta olan resim öğretmeni Samet’in başına anlam vermekte zorlandığı bazı olaylar gelir. Bir gün tesadüf eseri Nuray adlı yine kendisi gibi öğretmen olan bir kızla tanışır. Nuray’ın sıra dışı karakteri ve dünyayı kendi anlamına kolaylıkla zorlayabilen dirayeti, onu belki de, iyinin ve kötünün ötesinde bir yerlere taşıyacak, içindeki karanlığı dağıtan ve ruhundaki kurumları temizleyen dönüştürücü bir işlev görecektir.
Francis Ford Coppola’nın efsanevi eseri Apocalypse Now, yönetmenin kurguladığı Final Cut versiyonu ile, restore edilmiş olarak tekrar seyirci karşısına çıkıyor. 40. yılına özel olarak olarak gösterilecek film Marlon Brando, Martin Sheen, Robert Duvall, Laurence Fishburn, Harrison Ford ve Dennis Hopper gibi muhteşem oyuncuları da bünyesinde barındırıyor.
Filmin hikayesi, Vietnam’da görev yapan bir Amerikan askerinin, kendini tanrı ilan etmiş kaçak bir özel tim albayını öldürmekle görevlendirmesi ile başlıyor.
*18 yaş ve üzeri izleyici kitlesi içindir. Cinsellik, olumsuz örnek ve şiddet unsurları içerir.